16 Nisan 2013 Salı

GODARD SİNEMASI’NDA EVRENSEL BİR PORTRE VE POLİTİK BİR AYGIT OLARAK “WEEK-END”



Giriş
Bu çalışmada, Yeni Dalga yönetmenlerinden Jean-Luc Godard’ın 1967 yapımı Week-End (Hafta Sonu) adlı filmi analiz edilmekte, yönetmenin sinema anlayışından hareketle filmindeki mesajlar ve propaganda öğeleri aydınlatılmaya çalışılmaktadır.
Godard’ın filmlerini anlayabilmek için öncelikle bu filmlerin yaratıldığı entelektüel ortamın anlaşılması gerektiği düşüncesinden hareketle, Yeni Dalga sinema akımının Fransa’da nasıl ortaya çıktığı, hangi yönetmenleri etkilediği ve Fransız sinema endüstrisindeki yankıları incelenmiştir. Godard’ın hayatına ve çalışmalarına kısaca değinilen bölümün ardından, Week-End filminin akışı, sahneler ve planlar baştan sona detaylı olarak incelenmiş, söz konusu unsurlara  değinilmiştir. Son olarak da Yeni Dalga’nın ilkelerinden seyirciyle yönetmeni yaklaştırma ve filmin bir kurgu olduğunu seyirciye hissettirme yöntemleri doğrultusunda, Godard’ın Week-End’de ses, yazı, müzik ve montajı kullanarak yaptığı uygulamalara odaklanılmıştır.
Week-End, Godard’ın politik filmler döneminin son filmi olarak, hem küresel bir portre, hem de politik bir araç olarak tasarlanmıştır. Kapitalist düzenin absürd bir portresi, politik mesajlar ve göndermelerle dolu bir görsel cümbüştür. Godard’ın filminde seyirciye vermek istediği mesajları veriş biçimi ve yenilikçi sinema teknikleri üzerinden yaklaşık kırk yıl geçmiş olmasına rağmen günümüzde gerçekçiliğini ve güncelliğini korumaktadır. 





I)Yeni Dalga (Nouvelle Vague) Akımı
Doğrudan tercüme edildiğinde "Nouvelle Vague" "Yeni Dalga" anlamına gelmekte olup, geleneksel Fransa sinema eğilimlerinden farklı bir sinema biçimini kullanan, belli bir fikir üzerinde birleşip buna göre film çeken genç bir yönetmen grubunun oluşturduğu bir akım olarak tanımlanmaktadır. Yeni Dalga içinde sayılabilecek yönetmenler Jean-Luc Godard, François Truffaut, Jacques Rivette, Eric Rohmer ve Claude Chabrol'dür. 1959 yılında eşzamanlı olarak çekmeye başladıkları filmlerde bu yönetmenler şu slogana sahiptiler: "Herkes film yönetmeni olabilir."
A)Yeni Dalganın Kökenleri: Cinématèque, Cahier de Cinéma, Kamera-Kalem ve diğerleri
Fransız Nouvelle Vague (Yeni Dalga) sinemasının öncüleri olan Jacques Rivette, Jean-Luc Godard, François Truffaut, Claude Chabrol ve Eric Rohmer’in tanışmaları, 1949 ya da 1950 yılında, Cinémathèque Française’in yani Fransız Sinematek’inin bulunduğu küçük gösterim odasında olur. Bundan yaklaşık bir sene önce, 1948 yılında, genç romancı, eleştirmen ve yönetmen Alexandre Astruc, daha sonra Yeni Dalga’nın bağımsızlık deklarasyonu olan bir makale yazmıştır. Astruc makalesinde kısaca, yönetmenlerden, sanatlarının “yazılı dil kadar esnek ve ustaca bir yazı aracı” haline gelebilsin diye tüm güçlerini yaşama geçirmelerini istemiş, filme bu yeni yaklaşımın adına da “kamera-kalem” adını vermiştir.  
Astruc’ün bu yazısından on yıl kadar sonra Yeni Dalga yönetmenleri makalede bahsedilen kuramı uygulamaya geçirmişlerdir. Aradan geçen bu on sene boyunca, yukarıda bahsettiğimiz sinematek dahil olmak üzere eğitimlerine devam etmişler, yönetmen yardımcılığı ve reklamcılık gibi işler yapmışlar ve en önemlisi de, Truffaut, Godard, Chabrol, Rohmer ve Rivette, André Bazin’in 1950 yılında çıkarmaya  başladığı ve 1958 yılında kırk yaşında ölene kadar başında bulunduğu, sinemada yeni hareketin militan dergisi Cahier du Cinéma’da yazılar yazmışlardır.[1] 1950’li yıllarda, Fransız Sinematek’inin başında Henri Langlois, Cahier du Cinéma’nın başında da André Bazin bulunmaktaydı. Bu doğrultuda Langlois[2] ve Bazin’i Yeni Dalga’nin babaları olarak düşünmek mümkündür.  Bazin’in temel yapıyı sağlaması, Astruc’ün dile getirmesi, Langlois’nın da malzemeyi temin etmesiyle 1950’li yıllar boyunca bu genç sinemacı-eleştirmenler yeni sinema kuramını tartışmışlardır.
Yeni Dalga yönetmenleri film yapımını okulda öğrenmeyip, Sinematek’te ellerinden geldiğince çok film seyrederek geçmişin büyük yönetmenleri üzerine çalışmışlardır. Bu sinema bilgisinin yanısıra Cahier du Cinéma’nın sayfalarında Bazin’in savunduğu sinemada gerçekçilik kuramından da etkilenmişlardir. İleride Bazin’in tüm öğretilerini izlemeseler de, onun, birilerinin sinemanın gücünü ve gerçeğe yakınlığını yeni bir film yapım stili oluşturmada kullanması gerektiği fikrinden ve onun heyecanından çok etkilenmişlerdir.[3] Bazin’in bir başka düşüncesi de, sinemanın doğal bir konu olmadığı, insanlar tarafından yaratılan bir sanat olduğudur. Klasik Hollywood sineması, seyircinin bir film izlemekte olduğunu unutması için cilalı bir görüntü sergilemektedir. Fransız Yeni Dalga’sı ise, doğaçlamaları kullanarak “Holywood yüzeyselliği” olarak tanımlanan bu durumdan özellikle kaçınmıştır.
Cahier du Cinéma dergisi, gerçekçi prensiplere sahip bir sinema anlayışını savunmaktaydı. Derginin kurucusu Bazin’e göre usta bir yönetmen, göze çarpmayan kamera açıları ve minimal bir kurgu kullanarak gündelik yaşamı mümkün olduğunca saydam ve “gerçek” şekilde canlandırmalıdır. Bazin’in bu düşünceleri 1940’ların sonunda İtalya’da hakim olan yeni-gerçekçilik akımında görülmüş ve Roberto Rosselini (1906-77) gibi yönetmenler tarafından uygulanmıştır. Cahier du Cinéma dergisi, Bazin’in 1958 yılında ölümünden sonra deneysel yönetmenlerin yarattığı Yeni Dalga’nın sesi olmuştur. Bu yönetmenler arasında politikayla en çok ilgilenen Godard’dır. [4]  
Yukarıda da bahsettiğimiz gibi, Bazin’in genç sinemacı-eleştirmenler üzerindeki kuramsal etkisi büyük önem taşımaktadır. Bazin’e göre, sinema ne kadar güzel ya da esnek olursa olsun, hiçbir zaman sadece görkemli bir tecrit içinde bir sanat ya da dil değil, ama her zaman politik, felsefi, hatta dini denklemlerde aktif olan bir faktördür. Onun bu yaklaşımı daha sonra Yeni Dalga sinemacılarının çalışmalarına yansımıştır.
1950’li yıllar boyunca Cahier du Cinéma dergisinde yazılıp çizilen  tartışmaların merkezinde yaratıcı yönetmenler politikası (politique des auteurs) bulunmaktaydı. Bazin 1957 yılında auteur kuramının geniş hedeflerini şu şekilde ifade etmiştir:  Bu kuram kısaca sanatsal yaratımda bir referans standardı olarak kişisel faktörü tercih etmekten ve daha sonra da bunun bir filmden diğerine sürdüğünü, hatta geliştiğini varsaymaktan oluşur”. Bir edebiyat kuramı olarak bu su götürmez bir gerçektir. Ancak sinema kuramı olarak özel bir değere sahiptir; çünkü sinema hala çocukluk dönemindedir. Sesli sinemanın ilk dönemlerinde Avrupa filmlerinin yaratıcılarının kim olduğu bilinebiliyordu. Ancak Amerikan filmleri genellikle onları üreten stüdyolarla (Warners, Paramounth gibi) tanınıyorlardı.
Genç eleştirmenlerin ileride yapacakları filmler için önemli sonuçlar doğuran yaratıcı yönetmenler politikasının iki sonucu olmuştur. Birincisi, bu kuram, yönetmen ile filmin izleyicisi arasındaki kişisel ilişkide ısrar etmektedir. Filmler artık çok sayıda izleyici tarafından tüketilen yabancılaşmış ürünler olmamalıdır. Onlar artık kameranın ardındaki insanlarla beyaz perdenin karşısındaki insanlar arasındaki içten konuşmalardır.  İkinci sonuç ise, bu kuramın doğal olarak film sürecine dair diyalektik bir görüşe varmış olmasıdır. Bir film, auteur ile tür, yönetmen ile izleyici, eleştirmen ile film, kuram ile uygulama ya da Godard’ın sözleriyle “yöntem ile duygu” arasındaki bir dizi karşıtlığın bir özeti haline gelir. Artık film tüketilecek bir ürün değil, içine girilecek bir süreçtir.[5]       
1940’ların sonunda ilk kez Sinematek’in karanlık gösterim salonunda karşılaşan beş gencin kafasında şu ya da bu biçimde olsun, bir öykünün film ortamında nasıl anlatılacağı sorusunun yanısıra, sadece film yapma isteği değil, filmin nasıl yapılacağını anlama isteği de bulunmaktaydı. Godard’da bu sorular daha politik bir sorun haline gelirken, çocukluğunun acılı deneyimlerini unutmayan Truffaut kendini varolan türler içinde ifade etti. Rohmer sinemayı edebiyatla, Rivette ise tiyatroyla karşılaştırmaya yöneldi. Chabrol ise kendisini tek bir türle sınırlamayı tercih etti. [6]
B) Fransız Film Endüstrisi
Savaş sonrasında devletin Hollywood sinemasına karşı kotalar koyması ve genç yönetmenleri desteklemek amacıyla finansal yardımda bulunması sayesinde film endüstrisi gelişmeye başlamış ve 1946 yılının Ekim ayında Centre National de la Cinématographie (CNC) kurulmuş, film endüstrisini canlandırmakla görevlendirilmiştir. CNC, filmlerin prodüksiyonunu, dağıtımını, gösterimini düzenlemekle kalmamış, film festivallerinde gösterilen düşük bütçeli, ticari olmayan filmleri de sorumluluk alanına katmıştır. Öte yandan film teknisyenlerinin eğitimlerini de üzerinde almıştır.  
1950’li yılların sonuna gelindiğinde, televizyonun Fransız evlerine giderek daha çok girmesiyle sinema seyircisi azalmış ve film endüstrisi mali sıkıntı içine girmiştir. Film endüstrisinden para kazananlar bu nedenle Yeni Dalga yönetmenleriyle çalışmak istemişlerdir; çünkü bu akımda yönetmenler tanınmamış aktörler ve kısıtlı prodüksiyon bütçeleriyle çalıştıklarından bu filmler ucuza malolmaktaydı. Sonuç olarak CNC film yapımcılarına yardım etmek amacıyla politikasını değiştirerek daha esnek bir yapıya dönüşmüş ve yeni yetenekleri desteklemek için ilk film ödülleri uygulamasına başlamıştır. Film finansmanındaki bu değişimlerin, Yeni Dalga akımı için büyük bir şans olduğu bir çok kişi tarafından düşünülmektedir. Örneğin, 1959 yılında çekilen filmlerin 130 adedi ilk kez kamera arkasına geçen yönetmenlerinin filmleriydi. bu uzun metrajlı filmler, yalnızca Fransa’da değil, uluslararası dağıtımda da olağanüstü başarı kazanmışlardır. Truffaut’nun 400 Coup’su (400 Darbe) yalnazca ABD dağıtım haklarından yarım milyon dolar getirmiştir.
Böylece Fransız film endüstrisinin kalbi haline gelen Yeni Dalga yönetmenleri, uluslararası film yapm piyasasına da girmeye başlamışlardır. Örneğin Truffaut 1965 yılında İngiltere’de Hollywood’un Universal Pictures stüdyoları için Fahrenheit 451’i, Godard ise 1963 yılında Carlo Ponti’ye Le Mépris’yi (Nefret) çekmiştir. 1968 yılından sonra Yeni Dalga üyeleri kendi yollarında gitmeyi seçmişlerdir. Truffaut Hollywood’u seçerken Godard kapitalist sistemin statükosunu ve eleştirisini bir arada kullanacağı filmler yapmak yönünde gitmiştir. Yeni Dalga akımı, 60’ların sonuna doğru önemini yitirmeye başlamış, anck başka ülkelerin sinemalarında itici güç olarak kendini göstermiştir. [7]
C)Yeni Dalga Estetiği
Yeni Dalga yönetmenleri,  Bazin’in kahramanı olan Roberto Rosselini’yi örnek alarak, Paris sokaklarına çıkmışlardır. Böylece Paris, hemen hemen her filmde yerini alan bir ikon olarak Yeni Dalga’nın Star’ı olmuştur. Ayrıca Paris içinde sokaklarda çekimler yaparak ve ucuz ekipman kullanarak prodüksiyon maliyetlerini düşürmüşlerdir. En çok Eclair’in ucuz bir kamerasını kullamışlardır. Bu kamerayla yapılan sokak çekimleri, o dönemde yalnızca ABD’de görülen belgesel film estetiğini yeni dalga filmlerine yansıtmıştır. Özellikle sokaklarda, caddelerde yapılan çekimlerde  360 derecelik manzaralar kulanılmıştır. Öte yandan  çekimler sokaklarda yapıldığından stüdyo ışığı değil, doğal ışık kullanılmıştır.
Yeni Dalga yönetmenleri, sonsuz kurgulama olanakları, kamera çalışmaları yapmayı, ses ve mizansenle oynamayı çok sevmişlerdir. bu konudaki en belirgin örneklerden biri, Truffout’nun “Piyanisti Vurun” filminde, karakterin doğruyu söylediğine yemin ettiği sahnedir. Karakter söyle der: “doğruyu söylemiyorsam anam ölsün”. Bir sonraki karede Truffout, karakterin yaşlı annesinin öldüğü sahneyi gösterir. Yeni Dalga aynı zamanda sevilen filmlerden alıntılar yapmayı da sevmektedir.
Klasik Hollywood öykülemesinden farklı bir stilde hikayeler yaratan Yeni Dalga filmerinde seyirci hiçbir zaman bir sonraki sahnede ne olacağını bilemez. Örneğin komik bir sahne bir cinayetle tamamlanabilir. Godard’ın filmlerinde, geri plan değiştikçe karakteri aynı kalabilir; Hollywood seyircisinin bu tarz sahnelerde kafası karışmaktadır. Yeni Dalga’nın bir başka özelliği, filmlerin sonunun net olmamasıdır. Klasik Hollywood kurgusunda tüm hikaye önce düğümlenir ve filmin sonunda tüm öğeleriyle beraber düğüm çözülür.
Tipik Yeni Dalga öykülemesinde kişi ile toplum arasında çok az ilişki olduğu gibi, karakterler anlaşılabilecekleri hiçbir dar kavram içine yerleştirilmezler. Öznel ve nesnel dünyalar, tıpkı fantazi ve gerçek gibi birbirine karışmıştır. Genellikle nihilist temalar kullanılır.[8]
II)Bir yönetmen ve Bir Fenomen Olarak Jean-Luc Godard
Jean-Luc Godard 3 Aralık 1930 tarihinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak doğmuştur. Babası kendine ait bir kliniği olan bir doktor, annesi ise İsviçre’nin tanınmış bankacı ailelerinden birisinin kızıdır. II. Dünya Savaşı sırasında İsviçrede yaşamıştır ve İsviçre vatandaşlığına kabul edilmiştir. Ancak 1940'ların sonuna doğru ise annesi ve babası boşanınca etnoloji okumak için 1949 yılında Sorbonne Üniversitesine girmiş ve diplomasını almıştır. Bu zaman dilimi boyunca "Cinéclub" ve "Cinématèque"'e katılmış ve Yeni Dalga akımını alevlendiren kişi olarak bilinen André Bazin ile burada tanışmıştır.
Godard, Erich Rohmer ve Jacques Rivette ile "Gazette du Cinéma"'yı çıkardı aynı zamanda sinema ile ilgili makaleler de yazmaya başladı. Bir iki kısa film denemesinin ardından[9] 1960 yılında A Bout de Souffle’ın (Serseri Aşıklar) çekimini tamamlamıştır.  Bu film dünya sinema tarihinde yeni bir çağ açmıştır.

Godard 1960’lı yıllar boyunca çok etkili filmler yapmıştır. Serseri Aşıklar uzun süre Yeni dalga hareketini başlatan film olarak bilinmiştir. Daha radikal eserleri, örneğin Evli Bir Kadın (1964) ve Erkek ve Dişi ve Hafta Sonu, sadece Hollywood’u değil, Yeni Dalga’nın ilkelerini de değiştirdi. Godard, Truffaut’nun ayrılmadığı Yeni Dalga ilkelerini terkederek, gerçek radikal sinemayı aramıştır. Hatta Hafta Sonu filmindeki son altyazı olan “Fin de Cinéma”, sinemanın sonunu bildirir ve politik bir kararla yeni bir evreye geçişini simgelemektedir.

Godard, 1968 olayları onu radikal bir yönetmen olmaya itmeden önce yaklaşık 20 adet film yapmıştır. Ancak gelecekte daha farklı filmler yapacak olmasının izlerini Serseri Aşıklar’dan sonraki filmlerinde bile bulmak mümkündür.  Yeni Dalga izlerine sarılmaya devam ederken bir yandan da daha radikal bir stile doğru yelken açmaktadır. Örneğin Bande A Part (Çete, 1964) saygılı toplum üyelerine yalvaran bir grup hain hırsız hakkında bir filmdir. Bu filmde Godard seyirciyi uzaklaştırmak ve gerçek hayatı değil sdece bir filmi izlediklerini hatırlatmak istemiştir. Aynı yıllarda Une Femme Mariée (Evli Bir Kadın) filminde de, iyi bilinen banal bir konuyu ters bir bakış açısıyla incelemiştir. Evli bir kadınla bir aktör arasındaki aşkı anlatırken, anlamın sinemada nasıl yaratıldığını incelemek amacıyla pozitif ve negatif görüntüler, görsel ve sözsel işaretler ve monologlar ile yeni bir sinema arayışına girer.

Alphaville (1965) ile bilim kurgu türüne benzer bir sinema eleştirisi getirirken, Çılgın Pierrot’da (1965) Yeni Dalga’dan epeyce uzaklaşan Godard, lanetlenen  kahramanlarını şeytandan kaçmaya çalışsalar da yine hep gerçek dünyaya geri gönderir. 1966’da çektiği Erkek ve Dişi’de politik molanla kişisel olan arasındaki ilişkiyi incelerken, seyirciye bunun bir insan yapısı olduğunu hatırlatmak için aralara röportajlar serpiştirir. Uzun çekim ve kaydırma hareketleriyle bu teknik seyirciye bu filmin Yeni Dalga olmadığını, başka bir şey olduğunu hissettirir. Godard kariyerinin bu döneminde temel olarak filmlerinin hikayelerini kurcalar.[10] Kişiler kendilerini kurgu eserlerde bulmuşlar, aktörler kameraya konuşmaya başlamışlardır. Deux ou Trois Choses Que Je Sais d’Elle’de (Onun hakkında bildiğim iki ya da üç şey,1967)  sesi azaltmış, La Chinoise’da (Çinli Kız,1967) perde üzerinde klapeyi göstermiştir. Hollywood’da hata olarak kabul edilecek bu hareketlerin tümünü Godard, filmin sahibinin kendisi olduğunu, kuralları kendisinin koyacağını hatırlatmak için yapmıştır. Week-End (Hafta Sonu, 1967) göndermeleri, özel referansları, altyazıları, konudan ayrılmaları ve kamera teknikleriyle tam anlamıyla devrimci bir filmdir.

1968 yılından 1970 yılının ortalarına kadar Godard, yeni bir Marksist toplum yaratmayı hedefleyen Jean-Pierre Gorin’le ve radikal Dziga Vertoz Grubu’yla işbirliği yapmıştır. Godard, 1968’in politik olaylarından derinden etkilenmiştir. bu zamandan önce Çinli Kız ve Hafta Sonu gibi politik filmler yapmış olsa da bu tarihten sonra Gorin’le beraber filmlerin dağıtımını da değiştirmek amacıyla bir kooperatif kurdular. bu dönemde Godard birçok 16mm kısa filmler yaptı ve bu filmleri sol görüşlü bir örgüt içinde dağıttı.

1972 yapımı Tout Va Bien (Herşey Yolunda) ile Godard ve Gorin, film  yapılma sürecinin kendisiyle ilgili bir film yaparlar. Hatta filmde prodüksiyon masraflarının nasıl kısılabileceğinden bile bahsedilmektedir. Bu son dönemde  Godard Yeni Dalga yönetmenlerinden uzaklaşarak, otantik ve modernist bi sinema oluşturmaya çalışır. Bu çaba onun, modern bir sinema sanatçısı olarak ifadeedilmesine yol açmaktadır. [11]

Godard amacının, “devrimci izleyiciler için devrimci filmler yapmak” olduğunu söylemiştir. Ancak, televizyon projelerinde de çalışmasına ve önemli filmlerinin sık sık gösterilmesine rağmen tavizsiz üslubu yüzünden geniş bir izleyici kitlesine ulaşamamıştır. Bu durum akla şu soruyu getirmektedir: Acaba sinemacılar Hollywood tarzı eğlence kalıplarının dışına (ve ona karşı) çalışarak yine de çok sayıda sinema izleyicisine ulaşamazlar mı? [12]

III)Week-End

Godard, Hollywood filmlerini yadsımamış, bu filmlerde görülen karşı konulmaz yanılsamaların yatıştırıcılığıyla ve yönlendiriciliğiyle ilgilenmiştir. Godard’ın Hollywood’a sevgi ve nefret dolu bakışı sinemanın toplumsal gerçekleri sunma gücüne duyduğu inancı yok etmemiş, ancak Hollywood üslubunun parlak görünüşünü onaylamayarak filmlerin aydınlatıcı olmaları için eleştirel bir gözle “okunmaları” gerektiğini savunmuştur. Godard’ın filmlerinde seyirciye sinemanın yapay ve “üretilmiş” olduğunu hatırlatan kasıtlı hileler kullanılır. Bunlar arasında akıcı kurguyu bozan atlamalar, sesi görüntüden uzaklaştıran dublaj ve ana renklerin abartılı kullanımı gibi yöntemler bulunur. Anlatım oyunculardan birinin seyirciye doğrudan yönelmesiyle veya ekrana yazılmış bir metinle kesilebilir. Duygusal şoklar ile sıkıntı, rahatsızlık ve ani komik durumların birarada kullanılması da Godard’ın seyircisinde tahrik edilmiş, eleştirel ve bağımsız bir tutum yaratmak için kullandığı bir stratejidir.

Bu etkiler 1968 yapımı Week-End’de de (Hafta Sonu) görülür. Fransa’nın kırsal bölgelerine tatil için giden orta sınıf bir çiftin yaşadığı korku dolu maceradan yola çıkarak modern toplumu, içeride açgözlülük, delilik, rasgele şiddet, araba kazaları ve yamyamlık olan bir kabusa benzetir. Tahmin edilebileceği gibi film izleyicilere bu tip sahnelere nasıl tepki vereceği konusunda harhangi bir ipucu vermemektedir. [13]

Hafta Sonu’nun ilk yarısı, “kapitalist uygarlığın aşırı otomobil düşkünlüğü ve kıyımının yüceltilmiş saçmalığının merasimini anlatan kara mizah bir şiir” olarak ifade edilebilir.[14] Filmin ikinci yarısında ise, burjuva dünyasını, devrimci hippilerin dünyasıyla dengelemektedir. Temel hedefi kapitalist düzenin yarattığı burjuva sınıfını hicvetmek olarak görünse de  Godard aslında bu sınıfın ideolojik olarak karşısında yer alan “devrimci”leri de eleştirmekte, görüntülerin şiddetini artırarak hoşa giden bir hiciv filmi değil, izleyicileri şaşırtan, rahatsız eden bir film yapmayı hedeflemektedir.

A)Filmin Akışı İçerisinde Mesajlar ve Propaganda Öğeleri

Week-End, genel anlamda iki ana bölümden oluşur: İlk bölümde yönetmen burjuvazi hayatını eleştirirken, ikinci bölümde, burjuvazinin tam tersini temsil eden, gerilla hippi’lerin hayatını gözler önüne sermektedir. Bu iki bölüm, filmin kalanına göre “normal” olan tek sahne olan, köylülere Mozart konseri veren piyanist sahnesiyle birbirinden ayrılmış gibi görünmektedir. Godard, burjuvaları ve anti-burjuvaları betimlerken, birini ya da diğerini destekler bir tavır almamış, her iki sınıfın da olumsuz yanlarını filmin izleyicilerine seyirciye kaza, ölüm, kan, vahşet hatta kanibalizm ile yer yer komediye dönüşen absürd ve abartılı sahnelerle  anlatmaya çalışmıştır.

1967 yılının Eylül ve Ekim aylarında çekilen Week-End,  Kozmosta Kaybolmuş Bir Film” ve “Hurdalıkta Bulunmuş Bir Film” alt başlıklarına sahiptir. Film, Paris’te bir çatı katında başlar. Başrol oyuncularından Corinne (Mireille Darc), bir arkadaşıyla terasta içki içmektedir. Kocası olan Roland’a (Jean Yanne) bir telefon gelir ve kocası yanlarından ayrılmasıyla arkadaşı Corinne’e “Eğer Roland babasını arabayla eve getirirken bir kazada ölseydi daha iyi olmaz mıydı?” diye sorar. Bu noktada filmin adı yazar ve terasın aşağısından bir çarpışma ve yüksek klakson sesleri gelir. İki sürücü arabalarından çıkarak birbirlerine saldırırlar, birinin kız arkadaşı da kavgaya karışır. Biz bu şiddetli kavga sahnesini, yularıdan, yani Corinne’in gözlerinden görürüz. Daha ilk sahnede, filmin devamında daha da artacak yabancılaşmayı hissederiz.

Daha sonra Godard’ın “ANAL-YSE” adını verdiği, Corinne’in Roland’a geçen gece yaşadığı üçlü orjiyi anlattığı sahneye geliriz. Bu sahnede Corinne, üzerinde sadece iç çamaşırlarıyla karanlık bir odada, bir masanın kenarında oturarak, bir arkadaşı ve onun karısıyla yaşadığı erotik serüveni sakin ve kısık bir sesle anlatmaktadır. Godard, bu erotik macerayı Corinne’in ağzından izleyiciye sadece sözcüklerle anlatır, göstermez. Sözcükleri sahnenin merkezine koyar. (0.03.56)
1)Birinci Bölüm: Burjuvazinin Eleştirisi

Bu sahnenin ardından, çifti arabalarının içinde hızla evden ayrılırken görürüz. Başka bir arabaya çarparlar, çarptıkları aracın sahibi gelir; filmin başında yukarıdan izlediğimiz şiddet dolu kavga sahnesinin kahramanları şimdi Corinne ve Roland’dır. Silahlar patlar, yumruklar atılır. Bu noktada maceranın başladığını  hissederiz. (0.13.03)

Bir sonraki sahne, yaklaşık yedi dakika süren trafik sıkışıklığı sahnesidir. Bu sahnede, hafta sonu için Oinville adlı köye gitmeye çalışan Corinne ve Roland’ın siyah cabriolet otomobilleriyle, trafik kazası nedeniyle ilerlemeyen, iki yanı ağaçlıklı bir sayfiye yolunda, diğer arabaları yavaş yavaş geçmeye çalışırken görürüz. Diğer arabalar, onları geçmeye çalışan Roland’a klakson çalar, bağırır çağırır; ancka öte yandan insanı şaşırtan bir şekilde normal davranırlar: Kağıt oynarlar, top oynarlar, çene çalarlar, şarkı mırıldanırlar... Seyahat halinde bir sirk, boş bir öğrenci otobüsü, dev bir Shell petrol tankeri, bir yelkenlinin yüklü olduğu bir römorku ardarda görürüz. Kamera, Roland’ın arabasını sakince kayan bir açıyla takip eder. Yolun sonunda, sıkışıklığa yol açan kazayı bir renk cümbüşü içinde tüm kanlı vahşetiyle görürüz. Burada biz kez daha, bu denli çok insanın hayatını kaybettiği bir kazaya karşı yolda kalanların nasıl olur da bu kadar duyarsız kaldığını düşünmekten kendimizi alamayız.    (0.15.16)

Corinne ve Roland yollarına devam ederler, bir kasabada mola veridklerinde, yine bir kaza sahnesiyle karşılaşırız: Bir traktör, küçük kırmızı bir üstü açık abaraya çarpmış ve arabayı kullanan iyi giyimli genç ölmüştür. Ölen gencin arkadaşı olan şık bir genç kız, traktörü kullanan köylüyü, sanki sınıfsal üstünlüğünü ispat etmeye çalışırcasına, bağıra bağıra azarlamakta, onu hor görmektedir. Ancak filmin sonlarına doğru, bu geç kızı, burjuvaziye karşı gerilla savaşı veren bir hippi çetesinin üyesi olarak görürüz. MacBean’e göre, Hafta Sonu’nun burjuva tüketim ritüeliyle hippi tüketim ritüelini yan yana koyması, hippilerin burjuvaziyle beslendiği[15], burjuvazinin ise kendi hippilerini yarattığı bir kısırdöngüye işaret eder. Dahası, hippi yaşam tarzı, ironik bir biçimde genç burjuvaların açıkça faşist olanlarını etkiliyormuş gibi görünmektedir.[16]  (0:24:22)
Daha sonra Corinne ve Roland bir ara silahlı bir çift tarafından rehin alınsalar da yollarına devam ederler. (0:29:30) Yayalara, bisikletlilere ve diğer araçlara agresif şekilde davranarak aceleyle ve hızla Oinville’e doğru ilerlerlerken kendi araçlarıyla kaza yaparlar. Kazadan hemen sonra yanan arabalarının yanında Corinne’i “Mon sac Hermes-Hermes çantam” diye bağırırken görürüz. Kazadan sağ çıktığı için sevinmek yerine, çantası yanmakta olduğu için dertlenmektedir. Bu sahne de, film boyunca seyirciye farkettirilen komediye varan ironinin bir parçasıdır. (0:35:42)

Yola yürüyerek devam eden çift, yolun kenarındaki cam kulübeden, mesajını şarkı söyleyerek  bırakan gencin yanına gelirler. Artık son derece tahammülsüz olan Corinne ve Roland, şiddet doludur. Gencin arabasını çalmaya, onu dövmeye çalışırlar. (0:37:54)

Filmin etkileyici sahnelerden biri de, yollarına devam eden Corinne ve Roland’ın, Emily Bronte kostümü giymiş bir genç kız ve şiirler okuyan bir gençle karşılaştıkları sahnedir. Oinville’in hangi tarafta olduğunu öğrenmeye çalışan Corinne ve Roland, sorularına tatmin edici cevaplar alamazlar. Aksine, genç kız, şaşırtıcı ve zorlayıcı  sorular sorarak çiftin giderek sinirlenmesine neden olur. Emily, bir çakıl taşı ya da bir ağaç yaprağı uzatarak bunların ne olduğunu sorar. Burjuva çift için bunlar sadece taş ve yapraktır. Ancak sanatçıları temsil eden Emily için bir taş, bundan çok daha fazlasını ifade edebilir, hatta bir biliminsanı için farklı bir ismi bile olabilir. Bu sahnede Godard seyircilere burjuva sınıfıyla sanatçıların mücadelesini hissettiriyor; hatta bu düşsel sahnenin sonunda ona tahammül edemeyen Roland, eteğininin ucundan çakmağıyla tutuşturarak Emily’yi yakıyor. Yani Roland’a göre sanatçılar, yakılması gereken birer tehdittir. (0:42:07)

Yollarına yaya olarak devam ederken, filmin yaklaşık olarak ortalarına denk gelen “Mozart” sahnesine, Godard’ın “Müzikal Aksiyon” adını verdiği sahneye geliriz. Onları, köyde vereceği konsere yardım etmek kaydıyla kamyonuna alan müzisyenle beraber bir çiftlik avlusuna ya da bir köy meydanına getirir. Bu sahnede de, Godard bize filmin başındaki kamera kaydırma yöntemiyle piyano konserini sükunetle dinleyen köylüleri, binaları, ertafı 360 derecelik bir açıyla yavaş yavaş gösterir. Monaco’nun deyişiyle, piyanoyu ve müziği çevreleyen gerçekliğin dokusunu inceler.[17] Piyanist çalarken, izleyiciyle konuşmak için birkaç kez ara verir. Burada köylülere şöyle der:

“Temel olarak iki tür müzik vardır: Dinlediğiniz türden ve dinlemediğiniz türden. Çok açıktır ki, Mozart dinlediğiniz kategoriye aittir...İnsanların dinlemediği müzik türü sözde ciddi modern müziktir”

Bu sahneyi üç kez aradarda dairesel olarak dönen kamera, filmin genelini saran vahşetten onu izole eder. Mozart sanki cehennemin içindeki bir cennet  ya da barış anını temsil etmekte, geçmiş güzel zamanlara öykünmektedir. (0:50:24)    

Yollarına devam eden Corinne ve Roland, yoldan geçen arabaları durdurup onlara yardım etmelerini istemektedir. Yine ironik bir şekilde, yoldan geçen arabaların şöförleri yavaşlayarak onlara politik sorular sormakta (Mao’dan mı, Johnson’da mı yanasınız, gibi), eğer kendileri gibi düşünmüyorlarsa onları alma makta, yollarına hızla devam etmektedirler. Burada yine yalnızca kendi görüşünün doğruluğuna inanan ve buna bağlı olarak ayrımcılık yapan bir burjuva eleştirisi sezilmektedir. Aynı politik cephede olmak o kadar önemlidir ki, kötü durumda kalmış insanlara yardım edip etmemek yalnızca buna bağlıdır. (1:01:30)

Godard’ın “Üçüncü Dünya” adını verdiği bir sonraki sahne, Week-End’in gerçek anlamda politik olan tek sahnesidir. Yollarına yürüyerek devam eden Corinne ve Roland’ı nihayet bir çöp kamyonu alır. Gelişmiş Avrupa ülkelerinde çöpçülük, temizlik işçisi gibi en kötü işleri yapmak zorunda kalan üçüncü dünyaya mansup kişileri temsil eden bir Arap ve bir Afrikalı, çöp kamyonunun yanında durup yalnızca ekmekten oluşan yemeklerini yerken, birbirleri adına, doğrudan kameraya bakarak politik birer söylev verirler. [18] Bu sahneyi doğrudan politik propaganda olarak değerlendirmek mümkündür. Godard, seyirlik bir şey sunmaktan (kötü beslenme nedeniyle aşırı zayıf Afrikalı insanlar gibi) kaçınarak ve siyah ve Arap’ın devrimci bir bilincin gerekli olduğunu ifade eden çağrılarını (dış-sesle)[19] açık ve duygusal olmayan ifadelerle dile getirirken doğrudan kameraya bakmalarını sağlayarak Üçüncü Dünya sekansını burjuvaziye ve hippilere ayrılan seyirlik sekanslarla dramatik karşıtlık içine sokar.[20]  (1:03:28)

2)İkinci Bölüm: Anti-Burvuja Gerilla Hippiler

Nihayet Oinville’e, Corinne’in annesinin evine varan Corinne ve Roland’ı, şimdi banyo sahnesinde görürüz. Corinne, küvette çıplak olarak oturmakta ve banyo yapmaktadır. Bu sorada Roland’la konuşur. Corinne çıplaktır, ancak Godard onun göğüslerini göstermez. Onların yerine suretlerini, Corinne’in tam arkasında duvara asılı bir rönesans tablosundaki bir kadının göğüslerini gösterir.[21] (1:14:38)

Roland, sahip olduğu 100 milyon Frank için kayınvaldesiyle pazarlık ederler. Roland, kayınvaldesinin peşinde dolaşarak “60-40, 30-70” gibi pazarlık soruları sorar. Pazarlığa yanaşmayan kadın, çift tarafından boğularak ve bıçaklanarak öldürülüp ve cinayete ustalıkla araba kazası süsü verilir. Burada, filmin belki en rahatsız edici planlarından biri bizi ürpertir: Roland, öldürdüğü kayınvaldesinin kanını, derisi yüzülmüş bir tavşanın üzerine akıtır. Filmde kullanılan kanların yalnızca birer imge olduğunu, boya olduğunu bilsek de, bu görüntü tüyler üperticidir. (1:16:50)

Bir sonraki sahnede mutlu bir şekilde arkadaşlarıyla piknik yapan Roland ve Corinne, gerilla hippi grubu tarafından silah zoruyla kaçırılır ve ormana, göl kenarındaki kamplarına götürülür. (1:18:59) Roland öldürülür. (1:27:49) Vahşet ve kan dolu sahneler ilk bölümde olduğu gibi yine ön plandadır. Sürekli olarak kanlı gömleğiyle yemek pişiren bir aşçı görüntüsü, buharlar tüten kazanların içinde ne olduğunu bize merak ettirir.  Bir sahnede bu aşçı, yerde yatan Corinne ve Roland’ın üzerine birkaç yumurta kırar ve bize burjuvaları, hippilerin akşam yemeği gibi gösterir. (1:24:49) Bir başka planda hippiler yemek için canlı canlı bir domuzu ve  bir ördeği seyirciye açıkça göstererek bıçakla öldürürler. Buradaki kan, kayınvaldenin ölü tavşan üzerine akıtılan kanından farklıdır, çünkü boya değil gerçektir. Kanımızca Godard bunu, sinemanın gerçek yaşam olduğunu, gerçek yaşamdan kesitler içerdiğini seyirciye hatırlatmak için, devrimci bir bakış açısıyla  yapmaktadır. (1:28:15)

Hippi çetesinin hayatından kesitler sunmaya devam eden Godard, onların cinselliğini de seyirciye gösterir. Filmin başında bize burjuvazinin cinselliğini eylemlerle değil, sadece sözcüklerle gösteren yönetmen, hippilerin cinselliğini de, komutlar içeren, fiziksel temas içermeyen bir ritüel olarak sunar. Sarılmak ya da dokunmak yerine hippiler etrafında dansetmeyi (1:25:00) ya da çıplak bedeni, seyircilerin önünde bir tuval gibi çeşitli renklerle boyamayı tercih ederler. (1:29:52) Bir başka sahnede kadın cinsel organına yumurta kıran hippi erkek, kadının vücuduna sokmak için kendi cinsel organını değil, fallik bir simge olan büyük, canlı bir balığı tercih eder. (1:26:00) Aslında bu cinsellik, filmin başındaki burjuva cinselliğinden çok daha soğuk ve vahşidir. Hiçbir fiziksel temas ya da karşılıklı iletişim içermediği gibi, kadınlar birer araç olarak kullanılıp, şiddete maruz kalıp, daha sonra da öldürülmektedir. Yani hippi yaşam tarzı aslında filmde gösterilen burjuvazi yaşam tarzından farklı olmadığı gibi, daha bile çok şiddet içermektedir.  

Filmin sonlarına yaklaştığımızda, karşıt iki hippi çetesi, iki kadını değiş-tokuş ederken, birbirleriyle silahlı çatışmaya girer. Toplumdaki sosyal sınıfların birbirini sömürüp zarar vermeleri gibi, birbirlerine düşman olurlar ve öldürürler. Kalanlar kaçar ve kampa döner.  Kalfon, filmin sonunda, Godard adınaymış gibi duran bir açıklama yapar. Bu açıklamadan da, Godard’ın bu filmi çekerken temel motivasyonunun insancıl ve ahlaki kaygılar olduğunu düşünebiliriz.[22] (1:34:18)

“İnsanın, türünün diğer üyeleri için hissettiği sınırsız bir şiddet vardır. Belki de bunu söylerken yanılıyorum. Ama belki de haklıyım... İnsan doğasının tuhaflığı üzerine düşünmekten kaynaklanan şişmiş gözlerden çok daha korkunç bir derdin varolması gerektiğini biliyorum, ama bunu henüz keşfetmiş değilim.” (1:38:15)

Filmin son sahnesinde, Corinne ve Kalfon’u, kampın aşçısı Ernest tarafından pişirilmiş ve insan etleriyle tatlandırılmış yemeklerini yerken görürüz. Bu sırada üzerlerinde “ÖYKÜNÜN YA DA SİNEMANIN SONU” yazısı belirir. Bu yazı, Godard’ın sinemasında bir dönemi kapatıp yeni bir döneme girdiğinin göstergesidir.  (1:38:50)

B)Yönetmen ve İzleyici Arasında Diyalog

Yeni Dalga akımının ve Auteur Politikasının klasik sinema anlayışına getirdiği en önemli değişikliklerden birinin, izleyici ve yönetmen arasında kişisel bir ilişki kurulması ve böylece filmin, izleyici tarafından tüketilen yabancılaşmış bir ürün olmaktan çıkarılması olduğundan yukarıda bahsetmiştik.  Bu doğrultuda Godard, Hafta Sonu’nda seyircilere izlediklerinin bir yönetmen tarafından yaratılmış bir film olduğunu sürekli olarak hatırlatmaktadır. Aşağıda yönetmenin izleyicide bu duyduyu uyandırmak ve onu silkinip bir kurmacanın içinde olduğunu ona hissettirecek sahneler incelenmiştir.

  1. Filmin ortalarında Corinne ve Roland Oinville’e ulaşmaya çalışırken onları alması için durdukları arabalardan birinin kadın sürücüsü “Est-ce que vous êtes dans un film ou dans la réalité? - Bir filmin içinde misiniz yoksa gerçek hayatta mı?” diye Roland ve Corrine’e sorar. Roland da “Bir filmdeyiz” diye cevap verir. (0:59:50)
  2. Godard filmi bölümlere ayırarak, aynı Potemkin Zırhlısı’nda olduğu gibi bölüm başlıklarını büyük puntolu ve renkli harflerle seyircilere gösterir.
  3. Corinne ve Roland arabalarıyla kaza yaptıktan sonra yolda yürürlerken, aynı sahneyi üç kere üstüste gösterir. Montaj hatası gibi algılanan bu planlar, izleyicinin filmi izlerken rehavete kapılmasını önlemek amacıyla yapılmış gibidir.
  4. Film boyunca arada sırada, ne olduğu anlaşılmayan ama uçak ya da helikopter sesini andıran tuhaf sesler duyulmaktadır. Oyuncular bu seslere tepki vermemekte, izleyiciler de merak duygusuna kapılmakta ama merakları tatmin edilmemektedir.
  5. Filmin başında Corinne kocasına orji sahnesini anlatırken seyircinin sahneye çok kapılmasını önlemek amacıyla Corinne sigara almak için yerinden kalkmakta, kocasıyla sigaranın yeriyle ilgili konudan kopuk bir diyaloğa girmekte, sonra yerine dönerek anlatmaya devam etmektedir. Aynı zamanda bu sahnede anlamsız ve yapmacık bir şekilde kullanılan bir müzik yerleştirilmiştir.
  6. Corinne ve Roland telefon kulübesindeki adamın yanından ayrıldıktan sonra İtalyanca konuşan üç adamın yanından geçerler. Corinne’in “kim bunlar” diye sormasının ardından Roland “Onlar ortak yapımda yer alan İtalyan oyuncular” diye cevap verir. Yani bir filmin içinde olduğumuz, bunun bir kurgu olduğu seyirciye yeniden hatırlatılır. (0:58:00)
  7. Filmin ortalarında Arap ve Afrikalı çöpçüler, doğrudan seyirciye bakarak politik birer söylev verirler. Seyirciye dönük bu planlar, onlarla oyuncular arasında kişisel bir ilişki kurmak ister gibidir.   
  8. Filmin yaklaşık yirmibeşinci dakikasında, oyuncular dramatik bir müzik eşliğinde bir fotoğraf makinasına poz verir gibi sessizce seyircilere doğru bakarlar.

Sonuç

Yeni Dalga yönetmenlerinin belki de en tanınmış olanı Godard, Week-End adlı 1967 yapımı filminde seyirciye hem doğrudan politik mesajlar vererek, hem de sinema teknikleriyle oynayarak gerçek anlamda modernist bir film oluşturmuştur.  Filmlerinde seyirciye sinemanın yapay ve “üretilmiş” olduğunu hatırlatan kasıtlı hileler kullanan Godard’ın bu tekniklerini Week-End’in hemen her planında yakalamamız mümkün olmaktadır.

İki bölüm ve bu bölümleri birbirinden ayıran ayrı bir bölüm olarak inceleyebileceğimiz filmde Godard, hafta sonu için sayfiyeye giden bir çiftin vahşet, kan ve korkuyla dolu bir maceraya dönüşen yolculuklarını anlatırken, önce kapitalist düzeni ve burjuva sınıfını kıyasıya eleştir, sonra ise bu sınıfın tam karşısında yer alan devrimci gerillaların hayatından kesitler sunar.

Godard film boyunca sayısız abartılı sahneyle, seyirciyi sürekli olarak ayakta tutmaya, tahrik etmeye çalışırken, öte yandan da izlediklerinin bir filmden ibaret olduğunu da devamlı hatırlatmaktadır. Hatta bir planda filmin kahramanlarına bir filmin içinde mi yoksa gerçek hayatta mı oldukları sorusunu bile sorar.  Öte yandan politik mesajlarını veren Godard, bunu da aynı tekniklerle, seyircinin yabancılaşmasına izin vermemek adına seyirciyle doğrudan konuşur gibi yapmaktadır. Godard bu filmiyle yeni bir sinema dili oluşturmuş ve bunu ideolojik olarak iletmek istediği mesajları vermek için kullanmıştır.




Kaynakça


Esra Biryıldız, Sinemada Akımlar, İstanbul, Beta Basım A.Ş., 2000
Toby Clark, Sanat ve Propaganda, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004
J. R. MacBean, Sinema ve Devrim, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2006
James Monaco, Yeni Dalga, İstanbul, PMP A.Ş., 2006.
Peter Wollen, Sinemada Göstergeler ve Anlam, İstanbul, Metis Yayınları, 2004



[1] J. Monaco Yeni Dalga, İstanbul, PMP A.Ş., 2006, ss:12-13
[2] Yeni Dalga yönetmenleri esinlerini, Fransız Sinematek’inde aldıkları eğitime borçludurlar. Bu film müzesi’nin kurucusu olan Henri Langlois, film tarihinin geleneksel edebiyat ya da sanat tarihi kadar öğretilmesi gerektiğini savunuyordu. 1968 yılında dönemin De Gaulle hükümetinin Kültür Bakanı André Malraux’nun, Langlois’yı, görevini tatmin edici şekilde yapmadığı gerekçesiyle görevden alması üzerine genç yönetmenler ona destek vermek üzere Şubat ayında Paris sokaklarında gösteriler yapmışlardır. Pek çok tarihçi, bu gösterilerin aynı yılın Mayıs ve Haziran aylarında başlayan 68 öğrenci olaylarının başlangıcı olduğunu savunmaktadır. Yeni Dalga’yı önemli kılan özelliklerinden biri de budur.
[3] E. Biryıldız, Sinemada Akımlar, İstanbul, Beta Basım A.Ş., 2000, s:94
[4] T. Clark, Sanat ve Propaganda, İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004, s:186
[5] Alexandre Astruc’ün Kamera-Kalem üzerine yazdığı yazıyla aynı dönemlerde Fransa’nın en parlak modern edebiyat eleştirmeni sayılan Roland Barthes, Yeni Dalga’nın sinemaya bakışından farklı olmayan bir edebiyat kuramı geliştirmeye başlıyordu. Barthes bu kuramında, edebiyatın tarihsel buyutuna (dil) ya da kişisel boyutuna (biçem) değil, ikisinin ürünü olan üçüncü bir boyuta (yazı-écriture) önem vermekteydi. Cahier du Cinéma’da oluşturulan yeni sinema kuramı ile Barhes’ın edebiyat kuramı arasında benzerlikler bulunmaktadır. Daha da önemlisi, bu durum, 1950’li ve 1960’lı yıllarda Fransız entelektüellerinin yaşadıkları ortak bir deneyim meselesidir.
[6] Bu bölüm için bkz: J. Monaco, age, ss:11-19
[7] E. Biryıldız, age, ss:89-94
[8] E. Biryıldız, age, ss:94-97
[9] Godard, 1952-54 yılları arasında Cahier du Cinéma ve küçük bir dergi olan Les Amis du Cinéma dergilerine yazılar yazarken babasıyla birlikte uzun Kuzey ve Güney Amerika yolculuklarına çıkmıştır. Bu yolculuklar sırasında biriktirdiği imgeleri daha sonra filmlerinde kullanmıştır. Bu dönemde İsviçre’ye geri dönerek (Godard aynı zamanda İsviçre vatandaşıydı) bir baraj inşaatında çalışmış ve biriktirdiği parayla ilk filmi olan bir belgeseli “Opération Beton, 1954” u çekmiştir. 1955 yılında da Cenevre’de ikinci kısa filmi “Une Femme Coquette”i yapmış, daha sonra da Paris’e geri dönmüştür. Burada Truffaut gibi degilerde eleştiri yazıları yazarak ve Artistes Associés’de basın görevlisi olarak çalışarak geçimini sağlamıştır. Bu dönemde üç kısa film daha çekmiştir: “Tous les garçons s’appelent Patrick,1957”, Jean-Paul Belmando’nun ilk ortaya çıkışı olan “Charlotte et son Jules,1958” ve son olarak da Truffaut’nun çektiği ama tamamlayamadığı filmin kurtarılmış hali olan “Une Histoire d’eau,1958”.  Detaylı bilgi için bkz: J. Monaco, age, s:104
[10] Wollen’a göre, Godard’ın filmlerindeki temalar aslında sinemaya karşı olan tavrından kaynaklanmaktadır. Sinema aynı anda hem hayatın ikizidir, hem de yapmadır. Aynı anda hem anlık olan (anlık aksiyon) hem de kalıcı, bir nevi hatıra olandır. Hem masum ve tarihsiz Amerika, hem de parçalara ayrılmış kültürün bir parçası ve en eklektik sanatın ta kendisi olan Avrupa’dır. Hem kaydırmalı çekim, hem de çerçevelemenin zorunluluğudur. (P. Wollen, Sinemada Göstergeler ve Anlam, İstanbul, Metis Yayınları, 2004, s: 187)
[11] E. Biryılmaz, age, s:112-119
[12] T. Clark, age, s:188
[13] T. Clark, age, ss:186-188. Not: Clark’ın eserinde film 1968 yapımı olarak gösterilmektedir. Ancak diğer kaynaklarda 1967 yapımı olarak gösterilmektedir. Alıntıda değişiklik yapmamak için bu şekilde bırakılmıştır.
[14] J. Monaco, age, s:194. Monaco,  burjuvaları şaşırtmanın eski bir gelenek olduğunu, birçok filmin hicveder gibi göründüğü sınıfı hoşa gidecek bir biçimde şaşırtarak iyi bir gelir sağladığını belirtir. Godard’ın bu tuzağa düşmemek amacıyla iki yöntem uyguladığını, ilkinin, burjuvaları dengelemek için devrimcileri kullanması olduğunu, ikincisinin ise filmdeki şiddeti artırarak filmin etkisini artırmak olduğunu söyler. Ancak ona göre bu ikinci taktik fazla etkili değildir; çünkü 1968’den sonra Godard’ın kullandığı şiddet öğeleri olan hayvanların katliamı, cinsel bakımdan kendini alçaltma, kan ve yamyamlık, burjuva sinemasının sıradan öğeleri haline gelmiştir.  
[15] Filmin sonunda, gerilla hippilerin gerçekten de insan etiyle beslendiklerini görürüz. Hatta hippiler tarafından esir alınan Corinne, tine onlar tarafından öldürülen kocası Roland’ın etiyle tatlandırılmış, İngiliz turistlerin etini afiyetle yemektedir. 
[16] J. R. MacBean, Sinema ve Devrim, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2006, s:54
[17] J. Monaco, age, s:196
[18] Bu sahnede karınları acıkan Roland ve Corinne, Arap ve Afrikalıdan ekmeklerini paylaşmalarını isterler. Biri ekmeğinin yalnızca çok küçük bir parçasını Roland’a verirken, diğeri Corinne’den ekmeğinin bir parçası karşılığında ona öpücük vermesini ister. Corinne’in ilk öpücüğünü beğenmez, ona bağırır ve ikinci bir öpücük ister. Corinne aç olduğundan onu reddetmez ve ikinci kez öper. Sonra iştahla ekmeği yer. Çiftin üstlerindeki giysiler pistir, onlara yardım ettiklerinden çöp toplayarak karşılık vermek zorundadırlar. İğrenseler  ya da yorulsalar da  bunu yapmak zorundadırlar. 
[19] Bu sahnede Arap ve Afrikalı, birbirleri adına konuşacaklarını söylerler, kamera konuşan kişiye değil, diğerine dönüktür. Bu nedenle konuşma dış-seslidir.
[20] J. R. MacBean, age, s:59
[21] MacBean’e göre, bu sahnenin asıl ironisi, toplumumuzun seyir ritüelinin temel kuralları içinde, görmek için para ödediğimiz şeyi görüp tatmin olmamızdır. İmge, gerçek şeyden ne kadar uzağa taşınmış olursa olsun, bir şekilde gerçeğin kendisinden daha önemli hale gelir. Modern uygarlığımızda istediğimiz şey, seksin kendisi değil, seksin seyirlik halidir. s:50
[22] J. Monaco, age, s:193

Who is influenced by who?



20 Şubat 2013 Çarşamba

Dosyaları Görüntülemek İçin Ne Yapmalısınız?

Sevgili öğrencilerim,

Blog'a yüklediğim pdf dosyaları bilgisayarınızda görüntüleyebilmek için bir Google hesabına ihtiyacınız var.

Çoğunuzun vardır diye düşünüyorum, eğer yoksa lütfen bir hesap açınız.

Link sizi docs.google.com adresine yönlendirecek.
Burada Google hesabınızla giriş yaptığınız anda dosyayı görebileceksiniz.

Kolaylıklar diliyorum.

Sabahattin Ali, Beyaz Bir Gemi

Öyküyü içeren pdf dosyaya aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz.
Link'i kopyalayıp yeni bir tab'e yapıştırınız. 

https://docs.google.com/file/d/0B9NN0mJqnPw4YW9IN1dmNVhmTlE/edit


Keyifli okumalar diliyorum...

Barış Bıçakçı, Sinek Isırıklarının Müellifi

Metni içeren pdf dosyaya aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz.
Link'i kopyalayıp yeni bir tab'e yapıştırınız.


https://docs.google.com/file/d/0B9NN0mJqnPw4Y2U3ZWltbG9xWmM/edit


Keyifli okumalar diliyorum...

H. G. Wells, Dünyaların Savaşı

Metni içeren pdf dosyaya aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz.
Link'i kopyalayıp yeni bir tab'e yapıştırınız. 

https://docs.google.com/file/d/0B9NN0mJqnPw4emlvcFlWSzZKM2M/edit


Mutlu okumalar diliyorum...

Oğuz Atay, Unutulan

Öyküyü içeren pdf dosyaya aşağıdaki link'ten ulaşabilirsiniz.
Link'i kopyalayıp yeni bir tab'e yapıştırınız. 

https://docs.google.com/file/d/0B9NN0mJqnPw4elFzSk1rbXRYeUU/edit

Keyifli okumalar diliyorum...